Efrasiyab'ın Hikayeleri

Siz hiç Anadolu’nun orta yerinde bir kasabanın sokaklarını Ölüm ile kol kola gezdiniz mi? Hiç Ölüm, sıradan bir misafirmiş gibi, sanki doğduğunuz günden beri beklediğiniz bir misafirmiş gibi rahatça gelip kapınızı çaldı mı? Peki, size hikâyeler anlattı mı? Dahası, ya siz de ona hikâyeler anlattıysanız?
1001 Gece Masalları’nda meşhur bir Şehrazat vardı. Krala her gece uykuya dalıncaya kadar hikâyeler anlatır ve böylece hayatını bir gün daha uzatmış olurdu. İşte İhsan Oktay Anar’ın bu kitabı da bu olayı çağrıştırıyor. Pek tabii İhsan Oktay Anar tarzında.
Cezzar Dede 11 torunu olan ve ölüm vakti gelmiş yaşlı bir adamdır. Torunların sayısı bu kadar çok olunca onlara söz geçirmenin ve uslu durmalarını sağlamanın en iyi yolu birçok hikâyeler anlatmaktan geçer. Cezzar Dede de bir o kadar hikâye bilmektedir.
Ölüm ise Anadolu’nun orta yerindeki bu kasabaya vadesi dolmuş insanlara tek gidişlik bilet kesmek için gelmiştir. Her ne kadar burada konunun büyük kısmı Cezzar Dede ve Ölüm arasında geçmekte olsa da (ben neler diyorum! Bu bir İhsan Oktay Anar kitabı! Hikâye içinde hikâye kavramı burada da geçerli) Ölüm’ün ilk kurbanı kasabanın kabadayısı oluyor. Ve biz o kabadayıyı okurken bir kez daha kullanılan argo kelimelere, bize ait olan kültürün öğelerine, bizim insanlarımızın çok iyi bildiğimiz hal ve hareketlerine de tanıklık etmiş oluyoruz. Yazar bir kabadayıyı tanımlarken bir yandan da etrafındaki her bir kişiyi de size tanıtıyor.
Biz konuya devam edelim.
Hiçbir insan evladı ölümü öyle sıradan bir şeymiş gibi ya da ağırlı başlılıkla veyahut olgunlukla kabul edemez. Hele de nam salmış bir kabadayıysa bu ölüm ona hiç mi hiç yakışmayacaktır. Bu kabadayımızda Ölüm’ü bir oyuna davet ediyor. Ve Ölüm oyunları çok seven bir karakter, buna hiçbir itiraz da bulunmuyor. Bu noktada biraz Ölüm’den bahsedecek olursak kendisi siyah bir entari ve siyah nama takkesine benzer bir başlıkla çıkıyor karşımıza. Oldukça uzun boylu ve yüzünde hiçbir ifade yok. Bunun nedenini ise kitabın sonlarına doğru öğreniyoruz. Her neyse, kendisi oyunlara çok düşkün demiştim az önce, ancak şöyle de bir durum var ki Ölüm’le oynanan her oyunun tek galibi Ölüm’dür. Belki insanoğlu bu gerçeği içten içe biliyordur ama hemen hepsi Ölüm’ü kandırabileceğini ve oyundan galip çıkabileceğini düşünmektedir. Bu kabadayımızda Ölüm’ü bir oyuna davet eder. Eğer kendi kazanırsa da 100 sene daha yaşamayı ister. İşin en güzel kısmı ise -ve yüzünüzde bir gülücük oluşturan kısmı- külhanbeyinin Ölüm’ü “aklıyla değil şansıyla oynayana erkek derler” diyerek okey oynamaya davet etmesidir. Bu oyun 4 kişiyle oynanır bilindiği üzere ve Ölüm kendi ortağı olarak ölüm sırası gelen bir diğer kişi olan Cezzar Dede’yi seçer.
Kitabın en eğlenceli anlarından birini de yüzünüzde bir sırıtışla okumuş olursunuz.
Daha fazla bu olaya dair bilgi vermeden ve okuma keyfinizi mahvetmeden, gelelim asıl konunu başladığı noktaya. Cezzar Dede öleceği gerçeğini gayet sakin bir biçimde karşılar ve kabullenir. Ne daha fazla yaşamak ister ne de başka bir şey. Bunun üzerine oyunları çok seven Ölüm, bu durumdan oldukça hoşnut olarak, sadece oyun oynamanın ve anlatmanın keyfine varmak için bir oyun oynamayı teklif eder. Torunlarına anlattığı hikâyelerden ötürü zaten pek çok hikâye bilen dede ve Ölüm böylece bu oyuna başlarlar. Anlatılan her hikâyeye karşılık Cezzar Dede’nin ömrü bir saat uzayacaktır aynı zamanda. Böylece biz de bir hikâye kitabı okur gibi oluruz. Çünkü sıra değişip bir Ölüm bir dede hikâye anlattıkça farklı zamanlarda, farklı insanların bambaşka öykülerine şahit oluyoruz.
Hikâyeler bir konuya göre anlatılmakta. Öncelikle korku, ardından dini, sonra aşk ve en son cennet konuları üzerine her biri bir adet hikâye anlatılıyor. Şimdi ben dini deyince kafanız karışabilir, ama emin olun özellikle Cezzar Dede’nin anlattığı dini hikâye sizi oldukça güldürecektir. Her ne kadar dedenin anlattığı bu dini hikâyenin ismi “Bir Hac Ziyareti” olsa da karakterler ve olaylar sizi gülmekten kırıp geçirebilir.
Kitabın konusu hakkında daha çok gevezelik edip sizi tüm bu eğlencenize limon sıkmak istemediğimden gelelim kitabın anlatım ve diline. Öncelikle Puslu Kıtalar Atlası ya da Amat’taki o ağır dil burada yok. İhsan Oktay Anar’ın bir diğer güzel özelliği olan, olayların geçtiği zamana göre kullandığı dil burada da geçerli ve bu kitapta Osmanlı zamanında olmadığımız için dil de yukarıda adını verdiğim bu iki kitaba göre çok daha rahat okunur biçimde. Yani kullanılan kelimeler herkesin bildiği kelimeler demek istiyorum.
Anlatım her zamanki gibi akıcı, yazarın üslubuna uygun uzun cümleler yine yer almakta ve hikâye içinde hikâye kavramıyla bizi mest eden İhsan Oktay Anar bu kitabında da bunu sürdürüyor. Yalnız, yine Puslu Kıtalar Atlası ve Amat’taki gibi değil. Bu defa daha çok bir hikâye kitabıymış havası yer alıyor.
Kitapta bir diğer önemli nokta da, yazarın diğer kitaplarını okuyanların bileceği gibi, yine bir Uzun İhsan karakteri yer alıyor. Ölüm ve Cezzar Dede birbirlerine hikâyeler anlatırken Ölüm, vadesi dolmuş ve artık ölmesi gereken Uzun İhsan’ın canını almaya çalışmaktadır. Böyle diyorum çünkü Uzun İhsan sürekli paçayı kurtarmaktadır. Böylece yol uzuyor ve anlatılacak hikâyeler de artıyor.
Eğer bu kitabı okumayı düşünüyorsanız hiç boşuna arka kapağını okumayın. Başlarda eleştirip sonradan ilginç bir biçimde sevdiğim bir özellik de yazarın kitaplarının arkasını okuyarak elde edeceğiniz tek şey büyük bir kafa karışıklığı oluyor. Çünkü kitabın herhangi bir sayfasından herhangi bir-iki paragraf yazılı oluyor genelde ve emin olun o okuduğunuz bir-iki paragraf sizi kitapla ilgili zerre kadar bilgilendirmiyor. Kitaplar adeta kendilerini okumak için böyle küçük oyunlar oynuyorlar size.
Eğlenceli olayların, komik karakterlerin yer aldığı sürükleyici bir kitap. Bizi bize anlatan yazarımız, enteresan karakterleriyle de kitapta peyda olan her yeni karakteri büyük bir merakla okumamıza yol açıyor. (Rüyalara giren ve peltek peltek konuşan bir Ak Sakallı dede, deli bir çocuk, hayal çekip oynayan deli dolu bir imam ya da güzel bir kızı kovalarken o kızın gökkuşağı altından geçip bir erkeğe dönüşen talihsiz bir adam. Sonra ne mi oluyor? Bu defa kız, yani kızdan erkeğe dönüşen delikanlı, adamı kovalamaya başlıyor )
Son zamanlarda bir Türk yazar olarak ulaştığı başarılar, kendine has anlatım tarzı, yan karakter nedir bilmeyen ve herkesin kendi hikâyesine sahip olduğu kitaplarıyla pek çoğumuzun kalbini kazanan, hayranlık uyandıran İhsan Oktay Anar’dan okunmaya değecek bir başka güzel kitap daha…
#

İhsan Oktay Anar


İhsan Oktay Anar 


İhsan Oktay Anar

İhsan Oktay Anar (1960-Yozgat)

İhsan Oktay Anar, 1960 yılında Yozgat'ta dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini İzmir'de tamamladı. Lisans, master ve doktora öğrenimini Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde yaptı. Halen aynı üniversite de öğretim üyesi olarak görev yapıyor.
Edebiyatçılar Derneği ve PEN Yazarlar Derneği üyesidir.
İlk öyküsü “Kâfirler İçin Apologya” Nisan 1985'te Morköpük dergisinde çıktı. İlk romanı Puslu Kıtalar Atlası, Hulki Aktunç'un önsözüyle yayınlandı. Hulki Aktunç, Anar'ı “tarihlerden yeni tarihler, ülkelerden yeni ülkeler, kentlerden yeni kentler, kişilerden de yeni kişiler üreten bir ravi-yi ahbar” olarak nitelendirdi. Anar'ın yapıtlarının tarihsel romanlar olmaktan öte, tarihsel olandan yeni bir roman çıkaran, diğer yandan da romanı yeniden tarihselleştiren yapıtlar olduğu belirtildi.
Kitab-ül Hiyel: Eski Zaman Mucitlerinin İnanılmaz Hayat Öyküleri adlı romanında, bir efsaneden yola çıktı. Efsanede, gücünü uzun saçlarından alan Samson'un yerine, gücünü aklından ve aklının gittikçe uzayan gücünden alan insanın trajedisi fantastik bir serüvenle işleniyordu. Kitabın ana teması olan bu konu, insanın doğaya hükmetme erkini eline geçirme ve dolayısıyla sonsuzluğa egemen olma tutkusuna dönüşen ussal çabasının, sonuçta insana mutluluk getirmemesi biçiminde özetlenebilir.
Efrâsiyâb'ın Hikâyeleri adlı yapıtı İngiltere'de 476 Oyuncuları tarafından sahnelendi.

İhsan Oktay Anar Eserleri

Puslu Kıtalar Atlası (1995)
Kitab-ül Hiyel (1996)
Efrâsiyâb'ın Hikâyeleri (1998)
Amat (2005)
Suskunlar (2007)

Ödülleri:
9 Erdal Öz Edebiyat Ödülü

KAYNAK: ww.turkceciler.com/yazarlar/ihsan-oktay-anar.html

Kuyucaklı Yusuf Dijital hikayem

https://storybird.com/books/kuyucakl-yusuf-2/?token=2mab96rwsc

Bab-ı Esrar Dijital Hikayem

https://storybird.com/books/bab-esrar/?token=p48urx72j2

Değerlendimem

http://forumedebiyat17.blogspot.com.tr/ - Blogu hakkındaki değerlendirmem.

BLOGLAR İÇİN DEĞERLENDİRME ÖLÇEĞİ

                                                       
Blog Tasarımı  YETERLİ

Kitap Sorularına Verilen Yanıtlar   GELİŞTİRİLEBİLİR   
Dijital Öyküler

Dil-Anlatım, Üslup   
Kullanılan Görseller İYİ   
Linkler
  
İçerik İYİ

Güncellik  YETERLİ

Kaynakça  YETERLİ

Değerlendirdiğim blogda ilk olarak İhsan Oktar Anarın Puslu Kıtalar Atlası ve İhsan Oktar Anarın biyografisi yazılmış ama bunlar oldukça basit ve yetersiz kalmıştır bunun yanı sıra soruya verdiği cevap istenilenin üstünde bir cevaptı.
Sait Faiğin Mahalle Kahvesi kitabı hakkında bloguna eklediği alıntılar yetersiz ve kaynakça gösterilmemiştir ama soruya verdiği cevap etkileyiciydi.
Üçüncü kitabı ve dijital öyküleri göremedim bütün eksiler ve artıları toplayınca blogun geliştirilebilir ama gelişmemiş bir blog olduguna kanaat getirdim.

Cevap

Bir gece eşkıyalar tarafından basılan Kuyucak köyünü teftişe gelen kaymakam ve yardımcıları iki kişinin öldürüldüğü evde yalnız bir çocuk bulurlar. Çocuğun adı Yusuf’tur ve ölenler onun anne ve babasıdır. 
Yusuf anne ve babasının ölümüne şahit olmuştur.
Kaymakam Selahattin Bey yusufu yanına almıştır.
Yusuf içine kapanık fazla konuşmayan biridir ve bu bana göre olduça normaldir anne ve babasının ölümünü gören herkes içine kapanır.
Yusuf kente alışamamıştır Selahattin Bey onu okula göndermiş ama okumayı öğrendikten sonra okulu bırakmıştır.
Diğer çocuklar gibi hırslı değildir.
1903 yılı sonbaharında başlayan romanın tam bitiş tarihi belli değildir,
Romanın ana kişisi Yusuf’tur. Yusuf mert, dürüst ve saf kalmış insanı temsil eder. Köylü olması onun bu vasıflarının kaynağıymış gibi gösterilir. Yusuf’un bu örnek kişiliğine en yakın kişi Muazzez’dir ve Muazzez hikayenin sonlarına kadar kente karsı direnmeyi başarır. Salahattin Bey’in kızı Muazzez’de aynen Yusuf gibi temizliği ve içtenliği temsil eder. Kentlilerin içinde de iyi kalmış insanların olabileceğini gösterir. Kentte temiz olarak kalmış bir başka insan da Ali’dir. Onun erken gelen ölümü kent düzenine ayak uydurmamasının cezasıdır.
Hilmi Bey ve oğlu Şakir tecavüz eden, adam öldüren, rüşvet veren, ahlaksız, kanun tanımaz karakterlerdir. İkisi romandaki en kötü kişiliklerdir ve kent yaşamını temsil ederler. Hacı Ethem bu insanların sırtından geçinen ve onların pis işlerini gören bir insanıdır. Güya Şakir’in arkadaşıdır, ama aralarında çıkara dayanan bir ilişki vardır. Salahattin Bey’in karısı Şahinde bu kötü insanların oluşturduğu şehirli grubunun üyesi olmak için can atan bir kadındır. Yusuf’un köylülüğünü ilk geldiği günden itibaren aşağılar. Şahinde görgüsüz, şirret, eğlence ve çıkar düşkünü bir kadındır. Hırsı sayesinde Salahattin Bey’in ölümünden sonra bu gruba kendini katar. Maalesef kendiyle birlikte Muazzez’i de sürükler.
Salahattin Bey ise iyi ve kötülerin ortasında bir çizgidedir. Fazla olaylara karışmayan, karısına karşı sesini çıkaramayan, fazla etkisini gösteremeyen bir karakterdir. İçinde iyilik olsa da çevresindeki kötüler yüzünden bir türlü istediği yaşamı yaşayamayan bir insandır.
Kitaptaki kötü karakterler mutlak kötüler, iyi karakterler de mutlak iyiler. İyi ile kastedilen insanlar saf, içten insanlar. Kötüler ise ikiyüzlü, ahlaksız insanlar. Yusuf’un sevdiği her karakterin iyi olması da ilginç bir ayrıntı. Okuyucu çoğu kez Yusuf’u bu yüzden Sabahattin Ali’nin kitap içindeki kuklası gibi görebilir.

Karakterler

Kitap en ince ayrıntısına kadar şu adreste anlatılmış bakabilirsiniz:
http://www.edebiyatfatihi.net/2013/06/sabahattin-ali-kuyucakli-yusuf-roman.html

Filmden Kareler




Kuyucaklı Yusufun filmi

     KUYUCAKLI YUFUS FİLM AFİŞİ

Kuyucaklı Yusuf

 Sabahattin Ali'nin en bilinen romanlarından biridir.
 küçük yaşta anne babası gözlerinin önünde öldürülen Yusuf'un bi kaymakam tarafından evlat edinilmesini, aileye de kasabaya da hep yabancı kalışını ve bu arada kaymakamın kızına aşık olmasını anlatır. hikaye bilindik olmasına rağmen hem okunması kolay hem de etkileyici bi kitaptır, yusuf karakteri de kendine hayran bırakır, adam gibi adamdır..

“Kuyucaklı Yusuf Türk edebiyatının belki de en romantik kahramanıdır…”
Yusuf romantik olmak bir yana bence kendini hayata bırakmış, yalnız ve yabancı bir adamdır. Muazzez ona olan aşkını söylemese, Yusuf duygularını asla söyleyemeyecekti. Bu seçimine (kendini hayata bırakmasına) bazen sinir olmadım değil. Bunun yanında Yusuf’un ruh halini anlatan bir alıntı kitaptan:
“Böylece küçük Yusuf, bir sur harabesi üzerinde çıkan bir yabani incir ağacı gibi, biraz sıkıntılı ve şekilsiz, fakat serbest ve istediği gibi büyüyor, gelişiyordu.” (sf.18) 

Sabahattin Ali Kimdir ?


25 Şubat 1907’de bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Gümülcine kazası Eğridere köyünde doğdu. Öğrenimini Balıkesir ve 1927’de İstanbul Muallim Mektebi’nde yaptı. Yozgat’ta öğretmenliğe başladı. Maarif Vekaleti’nin açtığı sınavı kazanarak Almanya’ya eğitime gitti. Postdam ve Berlin’de öğrenim gördü. Yurda dönüşünde Aydın’daki bir ortaokulda Almanca öğretmenliğine atandı. Bu görevdeyken okulda “yıkıcı propaganda” yapmak suçlamasıyla 3 ay tutuklu kaldı. Konya’ya atandı. 1932’de okuduğu bir şiirde Mustafa Kemal’i eleştirdiği suçlamasıyla yine gözaltına alındı. Sinop ve Konya cezaevlerinde bir yıl yattı. Cumhuriyetin 10. Yılı nedeniyle çıkan aftan yararlanarak salıverildi. Maarif Vekaleti Talim Terbiye Dairesi’nde, Neşriyat Müdürlüğü’nde çalıştı. Ankara’da Almanca öğretmenliği, Ankara Devlet Konservatuvarı’nda çevirmenlik, öğretmenlik, dramaturgluk yaptı. 1945’te bakanlık emrine alındı. 1946’da işsiz kaldığı dönemde Aziz Nesin‘le birlikte “Marko Paşa” dergisini çıkarmaya başladı. Yayın yoluyla hakaret suçlamasıyla 3 ay hapse mahkum edildi. Serbest kalınca bir kamyon alarak taşımacılığa başladı. Sürekli izlenmekten, yargılanmaktan tedirgin olduğu için yurtdışına kaçmaya karar verdi. Kırklareli üzerinden Bulgaristan’a geçmek istedi. 2 Nisan 1948’de yurt dışında çıkmak için anlaştığı, kendisine kılavuzluk yapan Ali Ertekin tarafından, Bulgaristan sınırı yakınlarında Sazara köyü civarındaki ormanda öldürüldüğü iddia edildi. Mezarının nerede olduğu kesin belli değil.1937’de yayınlanan “Kuyucaklı Yusuf” romanı, gerçekçi Türk romanının en özgün örneklerinden biridir. Öykülerinde, tanımlamakta güçlük çektiğimiz kimi duyguları ustalıkla anlatır. İnsanın zavallılığını ve gücünü aynı sarsılmaz üslupla, zaman zaman masalsı ve destansı bir biçimde yansıtmayı başardı. 

Kitap yorumum

Bu kitap Ahmet Ümit tarafından yazılmıştır bana göre Türkiyenin en iyi polisiye romanlarından biridir
Kitapta başta sıkılabilirsiniz ama okuma devam ederseniz kitabın sürükleyici olduğunu ve bilgilendirdiğini anlıyorsunuz
Kitapta konusu babası konyalı olan karen kimya greenwoodun konyadaki yakut otel yangını araştırmasi için konyaya gelmesidir.
Kitapta bol bol mevlana ve şems isimlerini göreceksiniz şems daha çok karenin koruyucusu rolündedir.
Şems ve mevlananın aşkı ise kitabın baş taçı diyebiliriz ama bu aşk saçma cinsel ilişkilerle benzetilmemelidir bu çok daha öte bir aşktır.
Şems mevlanaya ayna olmuştur Allah aşkını şemste yaşamıştır bu aşka ne derseniz deyin kelimelerle anlatılmaktan ötedir.bu öyle bir aşki şems gidince mevlana çıldırmıştır.
Kitaptada karen geçmişe gittiğinde bunları görüyor çok etkileniyor .
Kitapta bir başka önemli detay ise kanayan yüzük bu yüzük olmayacak yerlerde kanayım karenin üstünü pisletiyor bu yüzüğü tam olarak anlamasamda karenin babası poyraz efendinin kızına ve Allaha olan sevgisi arasındaki savaşı bitiriyor.
Ahmet Ümit kitabın sonunda hüzünlü bir tiyatro oyunu yaşattı diyebilirim.
Ve kafamızda bir soru işaretl bıraktı yoksa herşey bir rüyamıydı,,,

Şemsi Tebriziden öğütler

Şemsi Tebriziden öğütler

Semazen Gösterisi

Semazen Gösterisi

Mevlana Celaleddin-i Rumi - Aşkın Dansı ( Belgesel )

Mevlana Celaleddin-i Rumi - Aşkın Dansı ( Belgesel )

Şems ve Mevlananın hikayesi Tuncel Kurtiz sesinden

Şems ve Mevlananın hikayesi Tuncel Kurtiz sesinden


Şems ile Mevlananın karşılaşması

Şems ile Mevlananın karşılaşması


Mevlana ve Yalancı

Yalanına hırkamı verdim

Mevlana Şems'i ararken, Konya'da yalancılığıyla ün salmış bir adam, "Şems'i Bağdat'ta gördüm" der. Bunun üzerine Mevlana adama teşekkür eder ve hırkasını çıkarıp ona hediye eder. Mevlana'nın yanındaki arkadaşı, adamın yalancı olduğunu bildiği halde, neden çıkartıp ona hırkasını verdiğini sorar. Mevlana'nın cevabı ise; "Yalanına hırkamı verdim, doğru söyleseydi canımı veriridim" der.

Kaynak:http://www.infethiye.net/turkish/notlar/mevlanadan-tebrizli-semse-mektuplar.htm

Mevlana’nın Şems’e Yazdığı 3. Mektup

Mevlana’nın Şems’e Yazdığı 3. Mektup

Güller Şems diye açmıyorsa, gülün kokusunu neyleyeyim. Ayrılığı ağlatamayan gecenin karanlığını neyleyeyim. Şemssiz sofranın balını böreğini neyleyeyim. Beni kavurmayan acıyı neyleyeyim. Gözümü yakmayan gözyaşını neyleyeyim. Karanlığıma Şems olamayan yâri neyleyeyim, canını yoluma post eylemeyen dostu neyleyeyim. Şems gibi bakmayan gözü neyleyeyim. Yârenin yüreğine merhem olmayan sözü neyleyeyim. Kır kalemimi ey felek! Şems yoksa ne diye devran edersin âlemde. Zerrede âlemi, âlemde aşkı yaşamayan Âdem’i neyleyim.

Sensizliğe alışmak, her türlü teselli sözü, bir ihanet geliyor kulağıma. Ne tuhaf ki, dün seni bana kötüleyen diller, bugün sensizliğin efkârındaki Mevlâna’yı teselli için dil döküyorlardı. Her türlü teselli sözü bir ihanet geliyor kulağıma. Parmaklarım alev alev yanıyor. Kâğıt tutuşacak, mektup yanacak diye çekiniyorum. Cehennemden betermiş, seni kazanmak için senden uzaklaşmak.

Kırk senedir beklediğimdin. Geç bulduğumdun. Şimdi yoksun. Daha kaç sene bekleyeceğim. Çöldeki kumlar kadar susuzum. Gelişin nisan yağmuru olsun. Hani dergahımızın havlusuna bakırdan koskoca bir taş koymuştun. Nisan yağmurları dolsun da orucumuzu bin bereketli yağmurla açalım diye. Gönlümün nisan yağmurlarıyla ıslanan gülü açmayacak mısın hâlâ?

Sözlerin kulaklarında hâlâ taze. Kelimeler yıldız yıldız. Cümlelerin mehtapların en şahanesi. Tebessümün geliyor gözümün önüne. Vuslat gibi güzel bir sabah güneş gülüşlerin. Biz birbiriyle genişleyen, kenetlenen ve sonsuzlaşan tek ruhuz.

Gel Şems, ayakların kudüm olsun, kolların rebap, soluğun ney olup vuslat müjdesini üfleyerek gel.

Nasıl bir pınarsın sen Şems? İçtikçe susadığım. Nasıl bir ateşsin sen ey Şems? Yandıkça serinlediğim. Sen görünüşte etten kemikten ibaret bir insan; ama bütün insanlığı kalbinde taşıyan.

Senin yüzünü görmedikten sonra, varsayalım ki yüzlerce dünya görmüşüm, ne çıkar? Güzelliğini kimlere sorayım senin, say ki herkese sormuşum, kim anlatacak? Sana kavuşmadıktan sonra tut ki, cennette ebedîyim, hurilerle eşim, devlet yâr olmuş bana, ne çıkar bunlardan?

Ayrılık bulutu senin ay yüzünü örttükten sonra, o bulut tut ki başıma inciler mücevherler yağdırmış, ne kârım olur bundan?

Şu aşağılık büyücü karı olan dünya, madem ki yok olup gidecek bir gün, tahtını, bahtını, dünya hazinelerini bana bağışlamışlar kabul et, ne olur ki yani?

Senin aşkın yüzünden bütün dünya beni kötülese pervam olmaz, say ki gerçek hakkında yüzlerce yalan söylenmiş, ne önemi olur bunların?

Aşk suskunluğumdu benim! Aşk yangınımdı benim! Aşk vurgunumdu benim! Aşk yazımdı benim! Aşk yasağımdı benim! Aşk itirafımdı benim! Aşk heyecanımdı benim! Tek varlığım ve tek yokluğum, yaram ve merhemim, kazanmadığım ama hep kaybettiğim. Evet, buydu aşk! Özledim, ey Şems özledim, çık gel Allah aşkına!

Aşkın insanı büyüttüğünü, olgunlaştırdığını da öğrendim artık. Bu yaşıma kadar kimse öğretmedi bana aşkın karşılıksız olduğunu. Sadece gönülden sevenin bu acıyla kavrulacağını, sevilenin ise sevildiğini bilmeyeceğini… Şükürler olsun “Sana” bana hayatta öğretilmeyenleri hissettirdin. Hiç kimse için yapamayacaklarımı yaptım. Pişman mıyım? Hayır, hiç pişman olmadım ve aşkı sonsuzluğuma saklarken bile mutluyum. Hayatımın son basamaklarında bana böyle bir aşkı yaşattın. Seni sevmeme izin verdiğin için teşekkür ederim.

Kaynak:http://www.infethiye.net/turkish/notlar/mevlanadan-tebrizli-semse-mektuplar.htm

Mevlana’nın Şems’e Yazdığı 2. Mektup

Mevlana’nın Şems’e Yazdığı 2. Mektup

Ey dünyanın zarifi! Selam senin üzerine olsun. Benim hastalığım ve sağlığım senin elindedir. Kulun derdinin dermanı nedir, söyle. Bu, eğer alırsam senin dudaklarından aldığım öpücüktür. Eğer vücudumla senin hizmetine ulaşmazsam ruhum ve kalbim senin yanındadır. Madem ki sözsüz hitap oluşmuyor, o halde dünya niçin “buyur”la doldu?

Ah ah! Gönlüm çilem, aşkım, kederim, acım, gönlüm! Sustukça hoş geçimlim, dile geldikçe parlayan alevim. Kopup saçılan gerdanlığında soylu nedimelerini savrulan incileri yere inen hüzünlerim. Aramadan bulduğum yola koyulmuş göçüm. Bir türlü kavuşamadığım, kavuşmaya doyamadığım. Dışında olamadığım, içinden çıkamadığım. Gecelerin hâkimi, gözyaşlarımın pınarı efendim. Tozunu yıkamaya erişemediğim, pasını silemediğim. Karanlığım, Güneş’im. Gönlüm, aziz dostum! Nerelerdesin, ya dön artık yurduna, ya da iki satır yaz bize. Kim gücendirdi senin o nazende yüreğini, hangi kem söz, hangi sinsi nazar seni benden kopardı ey Şems. Varım yoğum sensin. Sen de yoksan, ben bir hiçim bilmez misin? Kavline mestân olan Mevlâna’ya ayrılığı hediye etme, etme Şems.

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme!
Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme!

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı, Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun, etme!

Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru, Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme!

Ey ay, felek harab olmuş, alt üst olmuş senin için,
Bizi öyle harab, öyle alt üst ediyorsun, etme!

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi,
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme!

Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan, Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme!

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan,
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme!

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer,
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme!

Ey cennetin, cehennemin elinde olduğu kişi,
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme!

Şekerliğinin içinde zehir, zarar vermez bize,
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun, etme!

Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle,
Huzurumu bozuyorsun, sen mavediyorsun, etme!

Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı,
Ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun, etme!

İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil,
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme!

Senden önce kitaplarda arıyordum derinliği. Kitaplardan utanıyorum. Sen bütün kitaplardan daha derinsin, sana yazdığım mektuplardan utanıyorum, kendi kendini oku.

Karanlıklardayım ve cinnetin sesi yüzümü kamçılıyor: bir baykuş kahkahası, bir kobra ıslığı.. karanlıklardayım, zindanımı aydınlatan tek ışık cıvıltılarınızdı. Yıldızım benim ve uzaklardasınız.

Ey Şems, sen kalbî bir gözyaşı kadar temiz ve bir çocuk bakışı kadar aydınlık bir insansın. Çöldeki çakallar su içmiş. Kaynağa ne?

Seninle öyle doluyum ki, kafatasım çatlayacaktı. Damarlarımda akan kan, sendin. Göğüs boşluğumdaki kalp senin kalbindi. Damarlarım çatlayacak, göğsüm yarılacaktı. Seni teneffüs ediyordum, hicran kanatları beni gökten yere indirdi. Oysa seninle kanat çırpıyorduk.

Sensiz her geceyi hummalı yaşadım, belki humma daha güzeldi. Ne beklisi? Ama uzviyet ne kadar dayanabilir ki bu gerginliğe? Aşka teşekkür borçluyum. Ben o hummanın içinde erimek istiyorum. O alevin içinde yanmak, kül olmak biricik muradım. Kül olmak, ışık olmak, efsane olmak.

Ben senim, sen de bensin. Aynı kokuları, aynı heyecanları, aynı acıları yaşıyoruz. Cennete Araf’tan girilir. Mecdelli Meryem, İsa’nın yaralı ayaklarını gözyaşlarıyla yıkadı ve saçlarıyla kuruladı. Gelsen de yılların yorgunluğuna düçar, yolların dikenlerine bizar ayaklarını yıkayan olsam ey Sertaçım.

Ey Şems’im! Senin hasretin yanında Selahaddin Zerubumun gözyaşları, içimdeki ateşi bir nebze dahi söndüremiyor. İlla sen. Ancak sen. Ah bir gelsen.

Meccanen bir deli gibi yollara düşsem, yalvarsam, ağlasam, çatlasam göklerin sidresine namzet. Sanemler devşirsem şahikalardan, sırf senin için uçurumlar yutsam, fasıl fasıl anlatsam yürek sancımı ve ağlasam. Çatlarcasına ağlasam. Gururum halvethane olmuş desem, hece yok desem. Yollarında üryan olan gözlerimde çiseler umut umut dökülüyor desem. Yine de gelmez misin Şems’im!

Bu sergüzeştin neresindeyim, bilemiyorum. Kah kalkıyor, kah düşüyorum. Ölü şiirlerle yatıyor ve üşüyorum. Bilmiyorum acep var mıdır bu kör uykunun dibi.

Ey Şems, hangi söz gücendirdi nazende gönlünü. Hangi kem göz incitti gece karası bakışlarını da ansızın çekip gittin bilinmez diyarlara. Sen gittin ya bilmez misin bu dostun deli divane dolaşmakta. Gel ey Şems. Sina’da bayılan Musa aşkına, Kudüs’te kan ağlayan İsa hatrına, Medine’de “ümmetim ümmetim” diye feryat eden Muhammed Muhtar nuru çin gel Şems. Konya artık aşk kokmuyor Şems. “Senin Mevlâna’n”

Kaynak:http://www.infethiye.net/turkish/notlar/mevlanadan-tebrizli-semse-mektuplar.htm

Mevlana’nın Şems’e Yazdığı 1. Mektup

Mevlana’nın Şems’e Yazdığı 1. Mektup


Seni ne huzuru arayanlara, ne huzuru bulanlara, ne de huzurdan kaçanlara sordum. Güneşin sıcaklığını en iyi kim anlatabilir? Sıcaktan düşüp bayılan mı? Hayır, onun aşkı zayıftır. Güneşe yolculuk yapan mı? O da değil, gitse gitse nereye kadar gidebilir ki? Gölgeye sığınanlara ise güneşi hiç sormamalı!

Aşk mabedim, Efendim, söyler misin, nedir bu çektiğim acıların manası? Bu ayrılığın esrarengizliği, yüreğime saldığın alevlerin lavlaşması içinse, yeterince erimedim mi ateş toplarında? 

Öyle yandım ki; Sen yandıkça, ben yanayım! Sen dondukça, ben de donayım! 

Yine kehkeşânlara kaçarak mı özleteceksin kendini. Özlemlerim, boşluğa atılan kuru karanfiller gibi sere serpe dağılıyor harayellerin, acının koynunda İçime güneş doğmaz oldu artık sen gittin gideli. Göklere seninle buruç edecektim hâlbuki. Saçlarıma aklar düşmeye başlamış, sırf bu aşkın ceremesinden, serencame gökkubbeye niyaz edecek ve merhamet isteyecek kapılar dahi yüzüme kapanıyor. Sendedir bu boz bulanık sellere kapılan ömrümün mihrap ve minberi. Salâlar benim için okunuyor artık. Gözyaşım seccademde buğulanıyor her seher vakti, ama ne sesin geliyor artık uzaklardan, ne de nefesin.

Ezanlar okunur günbegün ve içli içli, ama alnımı, alnına değdirmedikçe huzura ermeyecek bir çağıldama örseliyor şakaklarımı. Alnımda sanki Dağıstanlı atlılar ve ellerim titriyor zaman zaman bu divaneliğin ağır tütsüsüne. Ve omuzlarım çökeliyor seni düşündükçe. Unutma, şah eserin olan ben, gün geçtikçe artık viraneye dönüyorum, ama sen hâlâ bana dönmüyorsun! Muradım; Rabbü’l Âlemin; bu sevdanın kadrini ve kıymetini kimseye muhtaç etmesin. 

Düşüncelerim, ipliği kopan tesbih taneleri gibi dağılıveriyor sensiz. Şimdi gözyaşlarımdan inci yapmak isterdim sana, keşke yanımda olsaydın. Kelimelerim şelâleleşiyor ne zaman sana dair bir şeyler yazmaya kalksam. Yanan alnım, müşfik avuçlarına ne kadar da muhtaç bilemezsin. Beni ne kadar ateşe versen de, hiçbir hatıramız küllenemez, bunu bilesin. Zümrüd-ü Anka gibi kendi külümden doğar ve katar katar Turnalar gibi kanat vurarak, yine revan olurum yollarına!

Gözlerimde bir mahmurluk, sensiz uykularımda arda kalan, sinemde yumru yumru yutkunamadığım bir sıkıntı, nefeslerim yetmez oluyor artık şu garip canıma. Ve gözlerimi tavana mıhlamış, bir tek seni düşünüyorum. Alnımda boncuk boncuk soğuk terler, sesinden gayri her ne var ise şu âlemde, kulağım işitmez oldu artık. Göz kapaklarım tutulmuş, hayalin perdelenmesin diye, artık gözyaşlarımda hasretlik tuzu bile kalmadı acılarımı ılık ılık dindirecek!

Bir de üşümedir işliyor ruhuma apansız, kanım donuyor, sıcağın yok ki yanımda! O ayrılıktan kahroluyorum ve ardından sabah oluyor, yine bin bir eza ve cefa ile kahroluyorum işte! Biliyorsun, hünkârım sensin, sevgilim ve mabedim (sensin). Muradım; yedi göğün mevlâsı; bizi, bu kahırdan azat edesin!

Kelebekler senin yüzünün değdiği bahçelere yayıyor kanatlarını. Şu dar göğsümün kazasından çıkmaya çalışıyorum. Sonsuz genişliklerin sırrı iki dudağının arasında saklı. Bir kelâm söyle ne olur! Her hecenin tınısında duymak istiyorum. 

Rüzgarlar savursun beni, yağmurların hepsi alnıma düşsün, taşların hepsi göğsüme düşsün. Senin ayaklarını öpen kocaman bir dağ olayım. Çöller savrulsun, dağlar aradan çekilsin, yokuşlar ve inişler bitsin ki yürüğün yollara toz olayım. 

Çöldeyim, susuzum,
Kuyularda Yusuf’um,
Sözlerin bana Züleyhâ,
Ateşlerde İbrahim’im,
Gözlerin ban derya,
Sancılar içinde Meryem’im,
Bakışın bana İsa,
Yaralar içinde Eyyub’um,
Hasretin bana şifa,
Ölüler içinde bir ölüyüm,
Ellerin bana musalla..


Ey kalbimizde olan nur gel, didinmelerimin ve arzumun sonu gel, hayatımızın senin elinde olduğunu biliyorsun, hayatı, kullarını sıkıntı yapma gel. Ey aşk, ..ey maşuk, ..engelleri aş ve inadı bırak da gel. Ey Hüdhüdlerin sahibi olan Süleyman, lütfedip de bizi aramak üzere gel.

Ruhlar senin kaybolmandan ötürü inleyip feryat ediyorlar, miadını doldur da gel. Ayıplarını ört, iyilikleri saç, cömert olanların âdeti de böyledir gel. 

Farsça ‘gel’ nasıl derler? ‘Biya’mı? Ya gel veya bizim davetimize hak ver de gel. Geleceğin zaman muradımız ne de açılır. Gelmeyeceğin zaman da muradımız ne kesat olur; gel. Ey Arabın Kürşadı! Ey İran’ın Kubad’ı! Kalbimi hatıranla fethedersin gel. İçim sana gel deyicidir. Ey varlığından olacak olan varlık, gel.

Gittin ya, kalsan ne güzel olurdu, gitmişin neye yarar? Sen gittin ama bak senle ilgili olan bir şey bende, sessizlik bende. Gittin, heyhat, pervane’ye döndü narin yüreğim sensizliğinde.

Her yalnız aşık değildir, ama her yanmış aşkın kuyusunda yalnızdır. Ateşinden değil, ateşsizliğinden yanmışım. Ey aşkın sesi, nefesi gel bir an evvel. Dinsin artık kıyametin gürültüsü!

Kaynak:http://www.infethiye.net/turkish/notlar/mevlanadan-tebrizli-semse-mektuplar.htm

Mevlana Celaleddin Rumi'den Seçilmiş Sözler

Mevlana Celaleddin Rumi'den Seçilmiş Sözler


Nihat Hatip Oğlundan Mevlana

Nihat Hatip Oğlundan Mevlana

Şemsi Tebrizinin gidişi

Etme- Şemsi Tebrizinin gidişi

Mevlana’nın Şems İle Tanışması:

Mevlana’nın Şems İle Tanışması:
Mevlana’nın Şems-i Tebrizi ile Tanışması Nasıl Oldu?
Mevlana’nın Şems ile tanışması, başta belirtmeliyim ki, Mevlana için hayatının dönüm noktası olmuştur. Mevlana’nın yaşamını bir anda değiştiriveren, bu büyük bağımlılığa sebep olay kişi yani Şems hakkında size birkaç şey söyleyeceğim.
Mevlana’nın aşkı susuz kalmış bir aşk gibidir. Onun düşüncelerini ve aşkını anlayabilmek gerçekten çok zor olsa gerek. 

Mevlânâ’nın normal yaşamını birden değiştiren, ona coşkulu ve kabına sığmaz bir ruh hali aşılayan Şems-i Tebrizî, çok keskin görüşlü, zeki bir bilgin ve bir hakikakat aşığı,mürşitlik mertebesine erişmiş ârif bir yol göstericidir. Dilimize de çevrilen Mükâlat (konuşmalar) adlı eserinde şunları söylüyor:”Allah’a yalvardım, Ya Rabbi beni kendi velililerinle tanıştır, onlara yoldaş et dedim. Rüyamda ”seni bir veliye yoldaş edelim” dediler. ”O veli nerededir” diye sordum. Ertesi gece bu velinin Rum diyarında (Anadolu’da) olduğunu söylediler.”Bu olay Ariflerin Menkıbeleri’nde de anlatılmaktadır.Buna göre Şems: “Ey Allahım, kendi örtülü olan sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum” diye dua etti. Allah tarafında: ”İstediğin gibi herkesin gözünden saklı, güzel ve mağfirete nail olmuş can, Belh’li Sultanül-Ulema Bahâ Veled’in oğludur” diye cevap geldi.Bunun üzerine Şems: “Ey Allahım! Onun mübarek yüzünü bana göster” dedi. Allah tarafından: “Bunun şükranesi olarak ne verirsin? diye sordu. O da: “Başımı” diyerek cevap verdi. Şu şiir bu duyguyu çok güzel anlatmaktadır:”Tebriz’de, Şemseddin geldiği vakit, bunun şükranesi olarak başımı vereceğim diye ahdettim. Çünkü başımdan başka bir şeyim yoktur.”Şems-i Tebrizî’nin Konya’ya gelişi Mevlânâ ile karşılaşmasını bir çok kaynaklar aynı, fakat değişik dekorlar içinde sunmaktadırlar.Bu karşılaşmayı Molla Cami Nefahütü’l-Üns adlı eserinde anlattığı gibi, Eflâkî de yukarıda adı geçen eserde anlatıyor. Bu eserden öğrendiğimize göre Şems,Konya’ya gelir ve bir hana yerleşir: Bir gün o ruh dünyasının sultanı, hanın kapısına oturmuştu. Mevlânâ hazretleri-Allah onun sırrını kutsasın-”Penbefıruşân: Pamukçula”medresesinden çıktı. Rahvan bir katıra binmiş, bütün öğrenciler, danişmendler de iki tarafında yaya olarak oradan geçiyorlardı. Birden bire Şemseddin kalktı, Mevlânâ’nın önüne koştu, katırının gemini sımsıkı yakaladı ve: Ey dünya ve mana nakitlerinin sarrafı, Allah adlarının bilgini söyle: Muhammed hazretleri mi yoksa Bâyezid mi büyüktür?” dedi. Mevlânâ: Hayır, hayır, Muhammed Mustafa bütün peygamber ve velilerin başbuğu ve reisidir. Hakikatte büyüklük ve ululuk onundur” diye buyurdu.Şems-i Tebrizî: O halde Hz.Mustafa: Ya Rabbi seni her türlü eksikten arı, duru kılarım; biz seni lâtık olduğu vechile bilemedik” buyurduğu halde Bâyezid:”Ben kendimi her türlü eksikten arı duru kılarım. Benim şanım ne kadar büyüktür. Ben sultanların sulatanıyım” diyor, dedi.Yine aynı kaynakta anlatıldığına göre, Mevlânâ hemen katırından indi. Bu sorunun heybetinden bir kere bağırıp kendinden geçmiş ve yere yığılarak bir saat kadar öylece kalmıştı. Kendine geldikten sonra da, bu çetin soruya şu karşılığı vermiştir:”Hz.Muhammed (s.a.v.),cihan varlıklarının en büyüğüdür, Bâyezid kim oluyor? Bâyezid’in susluğu bir yudum su ile dinero da suya kandığından söz eder. Onun idrak hazinesi o kadar bir suyla dolar. Güneşin cihanı aydınlatan ışığı, onun evinin ufacık penceresinden ancak o kadar girer. Ama Hz.Muhammed Mustafa’nın susuzluğu o kadar derindir ki, şüphesiz hep susuzluğundan dem vurur. Her gün o susuzluğun daha da artması niyazında bulunur. Şu halde bu her iki davacıdan Muhammed Mustafa’nın davası daha büyüktür”O müthiş soruya karşılık olarak verilen ve müthiş cevap karşında, şimdi de bir nârâ atarak yere düşme sırası Şemsi Tebrizî’dedir. İşte bu iki Allah dostu böylece karşılaşmışlar ve birbirlerini bütünleyen iki kişi haline, daha doğru bir ifadeyle, bu iki kişi bir bütün haline gelmişlerdir.Şems-i Tebrizî ile Mevlânâ’nın karşılaşmaları, çoklarınca iki deryanın karşılaşması olarak nitelendirilmiştir. Gerçekten de bu karşılaşmanın sonucu çok önemli olmuştur. Bu önem yalnızca Şems ve yalnızca Mevlânâ için değil, çift yönlü bir önemdir.
 
*Kaynak: http://www.sabah.com.tr/kultur_sanat/2014/12/10/mevlananin-semsi-tebrizi-arayisi-nasil-oldu

Şemsi Tebziri

Şemsi Tebziri


Şems-i Tebrizi Kimdir?

Şems-i Tebrizi Kimdir?

Tebriz'de 1185 yılında dünyaya gelmiştir.
Asıl ismi Mevlana Muhammed'dir. Melik Dad oğlu Ali adında bir zatın oğludur ve "Şemseddin" yani dinin güneşi lâkabıyla anılmıştır.

Daha küçük yaşlarda, manevi ilimleri tahsilde gösterdiği kabiliyetle dikkat çeken Şems, din ilimleri tahsilden sonra, genç yaşlarında Tebrizli Ebubekir Sellaf'a mürid olmuş, ününü duyduğu bütün meşhur şeyhlerden feyz almaya çalışmış ve bu sebeple diyar diyar dolaşmıştır. Bu gezginliğinden dolayı kendisine “Şemseddin Perende” (Uçan Şemseddin) denilmiş, ayrıca Tebriz’de tarikat pîrleri ve hakikat arifleri ona Kâmil-i Tebrizi adını vermişlerdir.

Daha sonraları Secaslı Şeyh Rukneddin, Tebrizli Selahaddin Mahmut ile mutasavvıf Necmüddin Kübra’nın halifelerinden Centli Baba Kemal'e intisap ederek onlardan feyz almıştır. Muhammed'in ahlakını örnek alan Şemseddin-i Tebrizi, devamlı bir arayış içerisinde olmuş, manevî bir işaret üzerine de Mevlana'yı arayıp bulmuştur.

Dünyaya, kılık ve kıyafete önem vermeyen Şems, Mevlana ile üç-üçbuçuk yıl süren beraberliği neticesinde onun hayatında yeni ufukların açılmasına vesile olmuş, onu ilahî aşkın potasında eriterek, kâmil bir Hak aşığı yapmaya muvaffak olmuştur. Şems-i Tebrizi Şam'a döndüğünde, Mevlana Celaleddin için onun yokluğu dayanılmazdır. Şems'in varlığını kabullenememiş kimseler, Mevlana Celaleddin'e ileri geri laflar etmişlerdir. Mevlana'nın bu kimselerden birine verdiği cevap şöyledir:"Onun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım sadece taş duvarlarınızda. O, elindeki yay ile vurmazdan önce tellerime; hep aynı nameyi çalıp söyleyen, kendi sesine yabancı bir kuru rebaptım. Ben onun avucunda bağlar, bahçeler ağaçlar görür; deryalar gibi geniş, deryalar kadar berrak sular görürüm. Onun avucunda çıkan ağaçların gölgesinde dinlenirim. Lâkin siz bunların hiçbirini göremezsiniz." der.


Bir süre sonra Şems, Celaleddin'in oğlu Sultan Veled'in çağrısı üzere Konya'ya geri gelir. Celaleddin, bir daha şehirden ayrılmasın diye, onu bir kızla evlenmeye ikna eder; bu kız Celaleddin'in evinde evlâtlık olan Kimya Hatun'dur. Kimya Hatun'a gizliden aşık olan Alaaddin bu durumu hazmedemez ve Şems aleyhtarlarının yanında yer almaya başlar.

Şems; hicri 645, miladi 1247 tarihinde Mevlana'da meydana gelen büyük değişikliği hazmedemeyenler tarafından öldürüldü mü, yoksa geldiği gibi, kimseye haber vermeden Konya'yı mı terk ettiği bilinmemektedir.

Bu gün Konya’da Şems makamı olarak bilinen, halk ve bilhassa Mevlevilerce Mevlana türbesinden önce ziyaret edilen bu mescit-türbe de mevcut sanduka, boş bir sanduka mı, yoksa Mehmet Önder Bey'in bir hatırasında anlatıldığı gibi, Şems gerçekten burada mı gömülüdür, bu da bilinmez.

Niğde'deki Kesikbaş Türbesi de Şems'e izafe edilir. Bunlardan ayrı olarak Tebriz'de Geçil denilen mezarlıkta, Hoy'da, Pakistan'ın Multon şehrinde Şems türbeleri veya makamları vardır. Bunlar çeşitli rivayetlerle süslenmiştir. Pakistan'lıların söylediklerine göre de Şems, Konya'dan bir gece yarısı gizlice ayrılmış, batı İran'da Hoy şehrine hareket etmiş ve orada yerleşmiştir. Şems-i Tebrizi Hoy'da ölür ve orada gömülür. Mezarı, Unesco Dünya Kültür Mirası'na aday gösterilir. Bir rivayete göre, Mevlana'nın oğlunun, Şems'i öldürenler arasında olduğudur.

Şems'in Konya'daki türbesi küçük, mütevazı bir yerdir. Mevalana'nın o ihtişamlı türbesinin yanında -ki Mevlana "en güzel türbe Gökkubedir" der.- sade ve sıradandır.

Bu bilgiler kitap hakkında oldukça şey ifade etmektedir nerdeyse hepsi kitapta geçmekte

Mevlana Kimdir

Mevlana Kimdir?

Şimdi ise size kısa bir şekilde Mevlana’dan bahsedeceğim. 30 Eylül 1207 tarihinde Afganistan’ın Horasan yöresinde Belh kentinde dünyaya gelen Mevlana’nın asıl ismi Muhammeddir. Mevlana ve Rumi adları ise sonradan eklenmiştir. Mevlana kelime anlamı olarak efendimiz demektir. Konya’da gençlik yıllarında öğretmenlik görevi yaptığı tarihlerde ona bu ad verilmiştir. Babası Belh’de yetkili bir insan olan ve bilginlerin sultanı lakabını hak eden Hüseyin Hatibi oğlu Bahaeddin Veled’dir. Annesiyse Belh Emiri’nin kızı olan Mümine Hanımdır.
1225 senesinde ise Mevlana, Şerefeddin Lala’nın kızı olan Gevher Hanım ile Karaman şehrinde dünya evine girdi. Bu evliliğinde Sultan Veled ve Alaeddin Çelebi isminde iki evlat sahibi oldu. Seneler sonra Gevher Hanım’ın ölümünden sonra bir çocuğu olan dul bir bayanla, Kerra Hanım ile evlilik yaptı. Bu evliliğinden de Muzafferedin ve Emir Alim Çelebi isminde iki erkek evladı ve Melike Hanım adında bir de kızı oldu.
15 Kasım 1244 tarihinde Şems-i Tebrizi ile tanıştı fakat birliktelikleri kısa süreli oldu. Şems ani olarak vefat etti. Mevlana Şems’i kaybettikten sonra uzun seneler boyunca ortalıkta görülmedi.
Mevlana, hayatını Hamdım, piştim, yandım kelimeleri ile anlatırdı.
Kaynak:http://www.mevlana.com/tr/mevlana-kimdir/